böyle bakmak gerekiyor. Türkiye’nin tüm sektörlerinde
verimlilik artışlarına yol açacak, yeni teknolojilere dayalı
bir inovasyon sürecine ihtiyacı var.
Bilgi işlem teknolojisi birden çok sektörde aynı anda ve-
rimlilik artışlarına yol açabilecek teknoloji platformlarından
biri. Sanayi 4.0’da işte bu. Artık makinelerin makinelerle
konuşacağı bir yeni döneme giriyoruz. Makineler kendi girdi
siparişini kendileri vermeye başlayacak. Stok yönetimi, mal
tedariki, lojistik ve finansman gibi pek çok alanda büyük
tasarruf sağlanacak.
Bu yeni sanayi modeli daha hızlı veri transferi ve daha
fazla fiber optik kablolama gerektiriyor. Türkiye’de her
boş yere beton dökme konusunda sergilediğimiz beceriyi
fiber optik konusunda göstermiş olsaydık, şimdi Sanayi 4.0
konusunda daha hazır bir altyapımız olurdu.
Türkiye’nin kara yolu ağı 1,1 milyon kilometre uzunlu-
ğunda. Fiber optik kablo altyapısı ise ancak 240 bin kilo-
metre oldu. Halen kara yolunun gidebildiği her yere hızlı
internet altyapısı götüremiyoruz. Kore’de kilometrekare
başına 6 kilometre fiber optik kablo var. Türkiye’de ise kilo-
metrekare başına 300 metre
fiber optik kablo var. Kore
birbirine bağlı, Türkiye değil.
Kore 1990’larda dünya-
nın en hızlı internet bağlantı-
sını sağlayabilen ülkesi olma
hedefiyle yola çıkmış. Ame-
rikalılar 2010 yılında Geniş
Bant Planı hazırlamış. Bizse
buralarda internet üzerinden
haberleşmeyi nasıl engelleriz
konusu üzerinde çalışıyoruz.
Hâlbuki ucuza ne kadar çok
veri aktarırsanız, inovasyona
dayalı büyümenin de kapısını
açıyorsunuz. Dün memleketi
demir ağlarla örmek önemliydi. Şimdi cam liflerle örmek.
Bu arada sadece ABD, Kore değil Çin de boş durmuyor.
2025 programıyla yüksek teknolojili ihracat kapasitesini
artırmaya çalışıyor. Aynı 2012 yılında Almanların açıkla-
dığı Sanayi 4.0 programı gibi bir yeni dönüşüm programı
başlatıyor. Çin’in dönüşüm programları bizimkiler gibi hoş
laflar manzumesi değil, somut ve odaklı. 10 adet sektör öne
çıkıyor; bio-teknoloji, robotics, ileri bilgi teknolojileri, enerji
tasarrufu, polimerler vs.
Dünyada iki farklı tip ülke ortaya çıkıyor. ABD, Çin ve hat-
ta Hindistan gibi nerede olduklarını ve nereye gideceklerini
bilip tasarlayan ülkeler. Ve rüzgârın önünde sürüklenenler.
Türkiye halen ikinci grupta yer alıyor. Ama kendimizden de
o kadar emin görünüyoruz ki, ne hükümet kurmak için ne de
yeni büyüme modeli tasarımı konusunda acele etmiyoruz. Bu
arada 2023 hedefleri kaf dağının arkasında uzak bir hayale
dönüşüyor. 1990’lardaki gibi dışarıya değil içeriye, fırsat-
lara değil tehditlere odaklanmış durumdayız. Peki, kasım
sonrasında 2016’dan itibaren yeniden dışarıya ve fırsatlara
bakmaya başlar mıyız?
T
ürkiye’nin ileri teknoloji hikâyesi 19. asıra dayanıyor.
Pasteur Enstitüsü 1887 yılında Paris’te kuruldu. II.
Abdülhamid, Pasteur’ün kuduz aşısını başarıyla uygula-
maya başladığını duyunca bir ekip gönderir. Ekip aşının
nasıl üretildiğini öğrenir. Sonra geri gelip İstanbul’da uygulamaya
başlar. Yani teknoloji transferiyle İstanbul’da 1887 yılında kuduz
aşısını yapmaya başlamışız. Ama bundan sürdürülebilir bir aşı
üretimi endüstrisi çıkmamış. Çünkü teknoloji geliştirmek saksıda
çiçek yetiştirmeye benzemiyor. Osmanlı, bir tüccar ya da sanayici
eliyle fabrika kurdurup, kamu alımgarantisi vererek bu işe destek
mekanizması kurmamış. Devlet eliyle aşı üretimine başlamış.
Sonrasında iş tıkanıp kalmış. Ne teknoloji yayılmış ne de yeni
teknolojiler geliştirilerek devam etmiş.
100 küsur sene önceki yanlışın benzerlerini bugün de yapma-
ya devamediyoruz. Türkiye’nin toplamAr-Ge harcaması 8milyar
dolara ulaşmış durumda. Ama harcanan paranın etkinliği hâlâ
soru işareti. Zira bu iş para harcamameselesinin çok ötesinde. Ni-
telikli bir araştırma politikasına ihtiyaç var. Ne var ki, Türkiye’nin
önceliği hâlâ teknoloji transferi. Osmanlı’nın seçtiği yanlış yolun
bir benzeri, çünkü bu özel sektörün dışlandığı, yalnızca devlete
dayalı bir model.
Türkiye’nin teknoloji ve ino-
vasyon alanında kamu ve özel
sektör işbirliğinin nasıl olacağına
dair bir modeli hâlâ yok. Belki de
bu yüzden inovasyonu konuş-
maktan yapmaya fırsat kalmıyor.
Türkiye’nin ne yapması gereki-
yor? Dönüşüm programlarının
odağına teknoloji platformlarını
yerleştirmesi ve teknoloji geliş-
tirmeye imkân verecek transfer
politikalarıyla kamu-özel sektör
ortaklıkları tasarlaması gerekiyor.
Bugün iPhone kullanmamızı
sağlayan teknolojilerin önemli bir
bölümü ABD Savunma Bakanlığı’nın Ar-Ge destekleriyle ortaya
çıkmış. Amerikan şirketlerinin kullandığı yeni teknolojilerin pek
çoğu da kamu Ar-Ge projelerinden kaynaklanıyor. Amerikan
şirketleri ne yapmaları gerektiğini bu araştırmaların sonuçlarına
bakarak buluyor. Kamu kaynaklarıyla temel bilim araştırma-
ları yapılıyor. Ama temel araştırma sonuçları ortada kalmıyor.
Şirketler onları kullanarak bir sonraki aşama olan teknoloji
geliştirmeye, sonra da ticarileştirmeye götürüyor. Sonra biz de o
teknolojileri kendi ülkemize transfer etmek için para harcıyoruz.
Biz Ar-Ge’yi kamu eliyle yapmaya çalışıyoruz. Osmanlı’dan
beri aynı hatayı tekrarladığımız için olduğumuz yerde sayıyoruz.
Projeleri kamunun dışına çıkartamıyoruz. Kamu-özel sektör
ortaklığını çeşitlendiremiyoruz. Temel bilim araştırmalarına ak-
tardığımız kaynağın sonuçları ne olmuş bilmiyoruz. Birbirinden
habersiz, birbirini de teknolojiyi de takip etmeyen birçok dağınık
projemiz oluyor. Buna da Ar-Ge diyoruz.
Türkiye’de temel problemimiz, yeni bir büyüme strateji-
sinin yoksunluğu oluyor. Bize artık her sektörde verimliliği
artıracak bir yeni büyüme stratejisi lazım. Bir yeni sanayileş-
me politikası lazım. İnovasyona dayalı büyüme sürecine işte
EKONOMİK
FORUM
7
i
TÜRKİYE’DE TEMEL PROBLEMİMİZ, YENİ
BİR BÜYÜME STRATEJİSİNİN YOKSUNLUĞU
OLUYOR.
BİZE ARTIK HER SEKTÖRDE
VERİMLİLİĞİ ARTIRACAK BİR YENİ
BÜYÜME STRATEJİSİ LAZIM.
BİR YENİ
SANAYİLEŞME POLİTİKASI GEREKİYOR
TÜRKİYE’NİN TÜM SEKTÖRLERİNDE
VERİMLİLİK ARTIŞLARINA YOL AÇACAK,
YENİ TEKNOLOJİLERE DAYALI BİR
İNOVASYON SÜRECİNE İHTİYACI VAR.